Bir Ülke İçin En Tehlikelisi De Budur!
Sıkılan çocuklar önce merak duygusunu yitirir. Geleceklerine ilişkin hayal kurmaktan yavaşça uzaklaşır. Onları uyanık tutmak öğretmenlerin tartışmasız görevidir, sorumluluğudur. Bu konudaki araştırmalar çok şaşırtıcı. Çocukluğumuzda hep öğrenmek için kurcalıyoruz, karıştırıyoruz, dikkatle inceleyip bıkmadan soruyoruz. Peki ne oluyor da birden miskin, tembel, ilgisiz bir hâl alıyor insan? Gittiğimiz okulların sistemi çocukların soru sormasına değil de, cevap vermesine yönelik olduğu için. Kurcalayan, karıştıran, düşünen, soran ve öğrenen çocuk tarih oluyor. Onun yerine, anlatılanları ezberleyen ve istenilen sorulara cevap veren öğrenciler geliyor.
Bu öğrendiklerim ne işime yarayacak?
Oysa öğrenmenin merkezine “ilgi” kavramını koyacak olsak, öğrenmek daha cazip hale gelecek. Çocukluğum, gençliğim, neredeyse tüm eğitim hayatım, arkadaşlarımızla “Bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak?” sorularıyla geçti. Aradan geçen yıllara rağmen değişen bir şey yok. Her kuşaktan erişkin, genç ya da çocuk aynı soruya devam ediyor. Sadece bu sorunun sorulması bile sistemde sıkıntı olduğunu göstermeye yeter aslında. Ne yazık ki kural koyucular bu gerçeği görmezden geliyor ya da halının altına süpürüyorlar.
Neyi, niçin öğrendiğini bilmeyen, bilgiyi pratik hayatında nasıl kullanacağını ya da yorumlayacağını bilmeyen kişinin zihni önce çöplüğe dönüyor. Sonra da bu ezber yığınından geriye külleri kalıyor. Bir de durmaksızın sıkıcı bir şekilde, ilgi duymadığı konuları öğrenip ezberlemek için dirsek çürüten, sonra kendine güvenini kaybeden nesiller büyüyor. Bu arada bir çocuğun ve gencin en kıymetli hazinesini çalıyor bu sistem: Hayal kurma! İstisnasız herkes, hayal kurmayı, geleceğine ilişkin planlar yapmayı sever. Okulda, derslerinde başarısız olan birisi yavaşça uzaklaşır. Nereden uzaklaşır? Önce hayallerinden. Diyelim ki babasının araba tamirhanesi var. Çocuk da meslek lisesine gidip, motor teknisyenliği okumak istiyor. Babasının devredeceği işi, babasından daha ileriye götürmek, daha iyi yapmak istiyor. Ama üniversite okuyacak durumları yok, evde nüfus fazla, baba yalnız, zaten ilçede meslek lisesi var... Onun kurduğu bu hayal hem büyük umutlar içeriyor, hem de gerçekten çok yerinde. Köyde, ilçede devlet okulunda eğitim gören çocukla, şehirde koleje giden arasında hiç fark yok. Çünkü her ikisi de sistem içinde boğulacak ve istedikleri gibi hayallerini planlayamayacaklar. Daha doğrusu; o mutlu azınlığın içine girebilen çok az çocuk oluyor. Şehirdeki çocuk da doktor olan babasından dolayı çok hevesli, o da istiyor. Küçüklüğünden beri insan vücudu ile ilgili çok şey izlemiş. Her ikisi de ilgilerine karşılık bulamadan okullarında bir sürü “Ne işimize yarayacak?” konularıyla boğuşurken buluyorlar kendilerini. Kimisi burada boğuluyor, kimisi test çözme müptelası olarak robotlaşıyor. Ezberledikleri bilginin ne işe yaradığını bilmiyorlar.
Örnek yazarken bile elim gitmiyor ama o kadar çok var ki… Teknisyen olmak isteyen çocuk lise birinci sınıfta okulu terk ediyor. Hayaller yalan oluyor. “Hiç değilse babam kadar iyi usta olsam bana yeter” diyen bir genç kalıyor elimizde. Doktor olmak isteyen de biyoloji kazanabiliyor. Okuyamamış mutsuz ile istediğini okuyamamış bir başka mutsuzumuz oluyor. Her ikisinin de hayalleri ve planları yalan oluyor. Kaygılı, ümitsiz, kızgın çocuk ve gençlerden “mutlu bir ulus” yaratmak ne kadar mümkünse o oluyor. Atatürk’ün çocuklara, gençlere ve eğitime gösterdiği büyük önem gerçekten hiç anlaşılamamıştır. 23 Nisan ve 19 Mayıs gibi tarihlerin içinin boşaltılıp gösteri düzeyine indirgenmesi de anlaşılamamasının ve sahip çıkılmamasının, değerlerinin bilinmemesinin sonuçlarından biridir. Benim de Ata’m gibi “Bütün ümidim gençliktedir” ve bu umudumu hiç kaybetmeden öğretmekten, öğrenmekten, özellikle elimi uzatabildiğim her kişiye yardım etmekten vazgeçmeyeceğim. İşte bu yüzden bir vakıf (https://www.seyev.org/) kurdum!
Yiten ilgi, kaybolan merak duygusu ve garantili mutsuz gelecek
Kendime hiç yakıştıramadığım bu olumsuz bakış açısı için sizlerden özür dilerim. Ancak aynı yanlış yollardan yürüyerek “Her şey çok güzel olacak” safsatası yapmayacağım. Böyle giderse; her şeyin güzel olacağı yok. Bunu kabul ettiğimiz an; her şeyin güzel olması için gereken yola gireceğiz. Lütfen çocukların ilgisini geri verin. Keşfedecekleri, araştıracakları, deney yapıp kendilerinin öğrenecekleri sistemlere yönelin. İlgi duymayan merak etmez. Merak etmeyen araştırmaz. Araştırmayan üretemez, sorgulayamaz, geliştiremez. İletişim kuramaz. Birbirini anlamayan, toplumsal olayların, bireysel düşüncelerin sebep-sonuç ilişkilerini kuramaz. Toplumun can damarı böyle kesilir.
SONUÇ: GARANTİLİ MUTSUZLUK
Sevgili öğretmenlerim, değerli velilerim çocuğunuzun merak duygusunu destekleyin. Bakkalda, markette ısrarla aradığınız bir markadan daha kararlı “Israrla çocuğunuzun merak duygusunu öldürmeyecek sistemleri ve eğitimcileri talep edin. Israrla.” Sonucu en güzel ısrarınız, emin olun bu olacak. İsterseniz okumaya bir ara verin. Sizin merakınızı kim, kimler, nerede ve ne zaman öldürdü? Bir mahkeme kurun zihninizde. Katilleri bulun ve kendinize haksızlık ettiğiniz gibi çocuklarınıza da etmeyin. Benim zamanımda, senin zamanında demeyin.
İlgi-merak-öğrenme ve gelişme ölene kadar sürmesi gereken en insanî motivasyon. Yaşam boyu öğrenme tam da bu. Öğrenme, hobi edinme, araştırma konularında sakın “Bu yaşta mı?” sorusuyla ortaya çıkmayın. Olur da bir gün tanışırsak, saklayın bu tatsız düşüncenizi, çöpe atın. Boğulması gereken, küllenmesi gereken düşünceler bunlar aslında.
Albert Einstein’ın kendisini çok zeki bulanlara verdiği cevabı biliyorsunuzdur ama yazacağım: “Hiçbir özel yeteneğim yok ama tutkulu ve meraklıyım. Eğitimin amacı; zihnimizi kitaplarda yazılan binbir çeşit bilgiyle doldurmak değil hayal gücümüzü, aklımızı, mantığımızı kullanmayı ve bilincimizi geliştirmeyi öğretmek olmalıdır.” Einstein, insanları öğrendiklerinin ne işe yarayacağını bilecek şekilde eğitmeli diyor aslında.
Eğitim Bilimci Özgür Bolat bir yazısında (https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/merak-eden-cocuk-nasil-yetistirilir-40931928) çok ilginç bir araştırma sonucundan söz ediyordu. Kanadalı araştırmacı Ken Rubin “Kimler çok iyi dil öğrenir?” konulu bir çalışma yapıyor. Çok iyi öğrenenlerin, dili öğrenme gereksinimi ve mecburiyeti olanlar olduğunu düşünebiliriz. Eğer öyle olsaydı, meslek hayatını ve kazancını doğrudan etkileyen bu yabancı dil konusunu herkes çözebilirdi.
Bir dile veya bilgiye gereksinim varsa öğrenme tetikleniyor. Ama Ken Rubin’in araştırmalarının sonucu şu: Bir dili en iyi öğrenenler o dilin kültürüne ilgi duyanlar. Yani öğrenmeyi motive eden şey dürtü ve ilgi.
Merak ve ilgi konusunun aslında öğrenmenin her aşamasında ve herkes için geçerli olduğunu konuşurken karşımıza aynı konuyla bağlantılı “yabancı dil” konusu çıkıyor. Hep çıkmaya devam edecek. Çünkü yabancı dil, özellikle İngilizce artık “bilmeyeni dövüyorlar” sınıfında. Kendinizi içtenlikle ikna edin; çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, eşinize dostunuza “Yabancı dil öğrenin, öğretin, öğrenelim” deyin.
Hangi yaşta ve eğitim seviyesinde olursanız olun “niyetiniz ve ilginiz varsa” işin yarısı şimdiden tamam demektir.
Yabancı dile duyduğum ilgiyi fark etmek önemli bir ayrımdı benim için. Hatta doğduğum yıl gösterime girmiş olan ET filminin yeri bende başkadır. Video oynatma cihazından izlediğim ilk yabancı filmdi. Her çocuk gibi defalarca izlediğim ve dünyada bizden başka “yabancılar” olduğunu fark ettiğim zamandı. Bahsettiğim yabancı ET değil; başka dil konuşan insanlar! Başka diller olduğunu ve birilerinin bunu bilip anlayacağımız hale getiriyor olmasını çok etkileyici bulmuştum.
Çok çalışarak büyük yol kat edilebilir ama ilgi ve istek, öğrenmenin en önemli unsuru. Uzmanların dediği bu zaten. İlgim, merakım, çabam olan yabancı dil alanında başarılı olmaya niyet ettim. Sonra hiç vazgeçmeden hep çok çalıştım. Sonunda İngilizce ve Fransızcayı layığıyla öğrendim. Öğrenmeye ve öğretmeye devam ediyorum. Sevdiğim için hala araştırıyorum. Her gün yeni bir kelime, yeni bir deyim öğreniyorum. Bu araştırmalarımı yaparken öğrencilerimden yepyeni bilgiler ediniyorum. Farklı ilgi alanları ile ufkumu genişletiyorum. Bunlar, beni gündelik hayatın gereksiz, boş, insana hiçbir katkı sağlamayan sıkıntılarından da alıkoyuyor. Dediğim gibi farklı yaşlardan ve mesleklerden öğrencilerimle bambaşka sohbetlerimiz, bilgi alışverişimiz oluyor.