OP-ED

Kendinizi Ya Da Çocuğunuzu Gelecekte Nasıl Görmek İstiyorsunuz?

Kendinizi Ya Da Çocuğunuzu Gelecekte Nasıl Görmek İstiyorsunuz?

Lütfen dikkat! Kendinizi ya da çocuğunuzu nerede görmek istiyorsunuz, demiyorum. Bunu yapmakta zorlanıyorsanız size başka bir önerim var: Soruya tersinden cevap verin. “Kendimi gelecekte nasıl görmek istemiyorum?”

Mini bir anket koyalım. İster içinizden, isterseniz yüksek sesle, kendinize, çocuğunuza, arkadaşınıza veya anne babanıza sorun.

  • Yakın gelecek, öğrencileri/çalışanları en çok ilgilendiren zaman dilimi. Bu yıl sınıfta/ iş yerinde rahat ve huzurlu olmak istiyorum.
  • Gezmeye tozmaya gidebileyim, gittiğimde içim rahat olsun istiyorum.
  • Not ortalamamı yükseltebileceğimi/ terfi alabileceğimi bilmek istiyorum.
  • Bir yere gittiğimde konuşulan konuların dışında kalmak istemiyorum.
  • Saygı görmek/ güvenilmek/ sevilmek istiyorum.
  • Aileme, arkadaşlarıma ve çevreme faydalı olmak istiyorum.
  • Hobilerim olsun istiyorum.
  • Dünyadan haberdar olmak, yeni yerler görmek istiyorum.
  • Sağlığımı korumak, zamanın ve yaşamın kıymetini hiç unutmamak istiyorum.

Şimdi bu mini anket sorularından bir tanesine bile “HAYIIIIR” diye haykıran var mı? Gerçekten hiç sanmıyorum. Pek çoğumuz hayal kurarken şu hataya düşüyoruz: Çok zengin olmuşum, İstanbul’da bir yalıda oturuyorum, altımda şahane bir araba, istediğim her mağazadan deli gibi alışveriş yapıyorum… Genellikle nerede olduğumuzla ilgiliyiz. İstediğimiz semtte, hayal ettiğimiz marka arabayla, beğendiğimiz mağazanın önünde…

Dünyada üretilen gıdanın %20’si israf. Birleşmiş Milletler (https://www.un.org/en/) (BM) ve Gıda ve Tarım Örgütü (http://www.fao.org/home/en/) (FAO) verileri diyor. Bu ziyan olan gıdanın, dünyadaki yetersiz beslenme illetine çare olacak kadar büyük bir miktar olduğu belirtilmiş. Tarım üretiminin yarısı, ki bu rakam 2 milyar ton, çöpe gidiyormuş. 2 MİLYAR TON! Çöp oluyor; hava, su ve toprak kirleniyor, iklim değişiyor ve dünya bizler tarafından hızla yok ediliyor.

Bizler tüketmek istedikçe daha çok hayvan-yem-sera-sera gazı-su-elektrik-petrol-gaz- elektrik santralleri-yok olan bitki örtüsü ve hayvanlar-işsiz köy halkı-şehre göç gibi bir zinciri beslemiş oluyoruz. Koca yaşlı şişko dünyamız bize eti, sütü, sebzeyi ve hatta kot pantalonu, spor ayakkabıları, çantaları ve cep telefonlarını yetiştirmeye çalışırken, biz de yanda gördüğünüz ayak izini bırakıyoruz.

Kimseyi yargılamak niyetinde değilim, ama deli gibi alışveriş ihtirasını hayallerimize katmasak iyi olabilir.  Üstelik bu durum ülkemizde de görülmeye başlanan klinik bir vaka artık. “Oniomania” denen aşırı tüketim hastalığı olarak tanımlanan ve kadınlarda erkeklere kıyasla 5 kat daha fazla rastlanan psikolojik bir rahatsızlık.

6. sınıf öğrencisi cici bir kız. Varlıklı bir ailenin çocuğu. Farklı branş dersleri içinden örneklerle İngilizce ders yapıyoruz. “Dünyada en çok bulunan element nedir?” diye sordum. “Para” diye cevapladı. İkinci cevabı “insan” oldu. Baktım ki “oksijen” cevabını alamayacağım, ben söyledim. Biz büyükler neyle zehirleniyorsak, çocukları da aynı şekilde kurutuyoruz. Biz büyükler neyle güzelleşip gelişmeye çalışıyorsak, çocukları da öyle sulayıp yeşertiyoruz.

“Bu yıl adam gibi kar yağmadı. Yağmur zaten yok. Yazın kavrulacakmışız. Eskisi gibi bahar olmuyor.” gibi konuşmaların en büyük sebebi bizlerin gereksiz tüketim alışkanlıkları. Sonuç da yukarıda. “Hayallerimizde bile rahat yok” demezsiniz diye düşünüyorum. Hepimiz bu dünyanın önemli bir parçasıyız. Hayallerimizi gerçekten çok mutlu olacağımız konulara yoğunlaştırsak çok daha iyi olacak. Uzun süreli ve güçlü bir mutluluğun formülünün sadece kendimize değil, başkalarına da iyilik yapmak olduğunu artık bilmeyen yok. Çok sevdiğim “İhtiyaçlar değil, ihtiraslar sınırsızdır.” görüşünü aklımızda tutarak kendimizi frenleyebiliriz. Tüketim konusunda uzman bir hanım, izlediğim bir  TV söyleşisinde iki kelimelik harika bir hap verdi. Ben de sizinle paylaşayım. Alışveriş yaparken kendinize hep şunu sorun dedi: “İstek mi, ihtiyaç mı?” Basit ama tokat gibi!

Oğlum Emir’den bir örnek vereyim. Beş yaşındayken Lego yapmayı çok seviyordu. Bir gün bir Lego mağazasına girdiğimizde bir kutu Lego getirdi; “Anne bunu istiyorum” diye. Üzerinde 750 TL fiyat vardı. Fiyatı görünce şok olmuştum ama psikologlardan öğrendiğim önemli bir husus vardır: Çocuğa direkt olarak “Paramız yok alamayız” demek yerine; “Bunu alabiliriz ancak almadan önce düşünelim; buna gerçekten ihtiyacımız var mı?” ya da “Buna ödeyeceğimiz miktarla başka neler yapabilirsin?” diye. Gittim 750 lirayı 5 liralık banknotlar olarak bozdurdum. Emir’e getirdim. Bir deste para görünce şaşırdı: “Anne bunlar ne?” dedi. “Bunlar senin istediğin Lego için ödeyeceğimiz para.” Çok fazla olduğunu söyledi. “Bu kadar parayı Legoya vermek yerine başka bir hayalim var. Onun için biriktirebilir miyim?” dedi ve benimle her Pazar iş yerini temizledi. Her temizlikten sonra 10 TL aldı ve 14 hafta biriktirdikten sonra onun çok istediği bir başka şeyi aldık. Kendi çabasıyla kazanarak aldığı Drone’a hep gözü gibi baktı, hâlâ koruyor.

Uzun yıllar ailesinin kredi kartının limitini anlatan öğrenciler tanıdım. Bir keresinde, merkezimizde ücretini kredi kartı ile ödemeye gelen bir kız öğrencin kredi kartı çekmeyince babasını aradı. Babası da “Nasıl olur kartımın limiti 100.000TL?” diye cevapladı. Sonra kontrol ederek bizi aradı. “Kusura bakmayın. Geçenlerde akşam yemeği için hesabı 2.500TL yerine yanlışlıkla 25.000TL çekmişler” diye açıklama yaptı. Burada konu meblağlar değil. Aslında paranın bile değersizleştiği bir durum var. Kredi kartından yanlışlıkla çekilen miktarlardan haberi olmayan veliler mi dersiniz, süper lüks tasarım mağazalara girip hiçbirinin etiketine bakmadan alışveriş yapan öğrenciler mi dersiniz… Bu davranışlar, çocukların hayallerinin hepsini çalıyor.

“Bir öğretmenim diyorsun, bir az tüketin diyorsun… Öğretmenlikle bunların ne ilgisi var?” diyor olabilirsiniz. Bu noktada “Bir öğretmen nasıl olmalıdır?” (https://sedayekeler.com/op-ed/bir-ogretmen-nasil-olmalidir) başlıklı yazımı da okumanızı öneririm. Yaşantısının en büyük bölümünü kendi işinde, yani okulunda geçiren çocukların en çok maruz kaldığı kişiler öğretmenleri değil mi? Öğrenciliğimin her senesinde düşündüm: Neden herkesin genellikle ilkokul öğretmeni çok önemli? Sonra andığımız öğretmenler neden gitgide azalıyor? Öğrenciye mi bir şeyler oluyor yoksa öğretmenlere mi? Bu sorular üzerine uzun uzun düşünürdüm. Hala da düşünüyorum.

İlkokul öğretmenlerimizin ilgisi ve hassasiyeti ile heyecanla atan o ufacık kalplerin, meraklı beyinlerin, ortaokulda, lisede ve hatta üniversitede ilgisiz, meraksız, bezgin, saygı ve sevgisini yitirmeye başlamış gençlere nasıl dönüştüğünü bir tek ben düşünmüyorum. İlkokul öğretmenimizin bizi koşulsuz sevdiğini, her şeyi bildiğini düşünürüz. Ne kişiliğini ne de bilgisini yargılayacak kadar deneyimli değilizdir. Nasıl yıllar içinde mesleklerimizde tecrübe elde ediyorsak, öğrenciler de yıllar içinde öğretmenlerini değerlendirme konusunda büyük yol katediyorlar. Ders dinlediği öğretmenin öğrencisine duyduğu sevgiye saygıya, aralarındaki insani ilişkiye bakıyorlar. Anlattığı dersle ilgili heyecan duyup duymadığına, en iyi şekilde anlatabilmek için emek harcayıp harcamadığına, güncel ve anlaşılır olup olmadığına bakıyorlar. Bizler de bakmadık mı?

İlkokulda, temizlik konusunda bizi uyaran ve bilgilendiren öğretmenimizin sözü, annemizden daha çok aklımızda kalmıştır. Maddenin katı, sıvı ve gaz hâlini keşfetmek, insanlığın Ay’a gitmesi kadar heyecan vericidir. Aynı çocuklar büyüdüklerinde Pisagor Teoremi ya da Tanzimat Fermanı konusunu da aynı hevesle öğrenmeliler. Okulla ilgili sıkıntıları olan çocuklar, sorunlu çocuk olarak tanımlanmaz mı? Okullarda “derslerine ve hayata karşı ilgisizlik sorunu yaşayan çocuklar” yaratmayalım.

Küresel ısınmayı anlatan bir fen bilgisi öğretmeninin, öğrencilerinin ve kendi hayatından örneklerle konuyu samimi bir şekilde irdelemesi çok daha faydalı olacaktır. Fakat demek istediğim şu: İçten konuşmalar ve pratik hayatlarından örnekler verilse… Harcayan, tüketen ve hatalı davranan sadece öğrenciler olmasa... Öğretmen de itiraf etse ve “Hiç gereksinimim olmadığı halde, bu sene iki tane gömlek aldım.” dese ya da “Yürüyebileceğim yerlere otomobille gittiğimi fark ettiğimde rahatsızlık duyuyorum.” diyebilse. Örnek olmak her zaman mükemmellikle ifade edilemez. Hatalarını, zayıf yönlerini bilmek ve değiştirme çabasında bulunmak da örnek bir davranıştır. İşte bu yüzdendir ki; her şeyin öğretmenlikle ilgisi var. En azından Seda Yekeler olarak ben böyle düşünüyorum.

Kendini mükemmel gören ve öğretmen oldum deyip öğrenmeye devam etmeyen, hatalarını kabul etmeyen, odasına girmekten çekinilen akademisyenler var. Kazuo Ishigiro’nun “Günden Kalanlar” adlı kitabını okuduğumda çok etkilendiğim bir sözü paylaşmak istiyorum sizinle:

“If you are under impression you have already perfected yourself, you will never rise to the heights you are no doubt capable of." (Eğer çoktan mükemmel olduğun izlenimine kapılmışsan, hiç şüphesiz ki yapabileceklerinin sınırını asla aşamayacaksın.)

Bunu en çok öğretmenlerin, öğretmen olacak gençlerin ve en önemlisi de bu öğretmenleri yetiştiren akademisyenler ve karar verici mercilerin irdelemesi gerekiyor.

©2020 - Seda Yekeler